Friday, June 5, 2009

Cumhuriyet Gazetesi eki

Babanızın yönetmen olması, bu mesleği seçmenizde ne kadar etkili oldu?

Bu mesleği seçmemde etkili olmadı. Ama sanat ile içiçe büyümek; babamdan sanat, sinema eğitimi ve Türkçe öğretmeni/senaryo yazarı olan annemden de edebiyat eğitimi almak benim biçimlenmemde en etkili yapı taşları olmuştur. Babamın Londra'da BBC de çalıştığı yıllarda ilkokula İngiltere'de başlamış olmam, o yaşlarda farklı kültürleri tanımam ve ufkumun açılması açısından çok önemli oldu. Annemin ise bana ve kardeşime aşıladığı okuma alışkanlıgı hayatımız boyunca hep bizimle. Edebiyat aracılığı ile dünyanın her yerine ve başka insanların hayal dünyalarına yapılan yolculuğu hiçbirşeye değişmem. Küçükken içimde hep mimar olacağım hissi ile büyüdüm. Ama ilkgençlik yıllarımda maddi sıkıntılarıma çabuk çözüm bulmak ve hem okuyup hem de calışmak zorunda idim. Bu yüzden tasarımcı olmak bana daha hızlı bir çözüm oldu. 60 yaşından önce "iyi mimar" olmak nerede ise mümkün değil artık.
 
Daha önceden film afişleriyle ilgili çalışmalar ilginizi çekiyor muydu yoksa tesadüfler mi sizi film afişi tasarlamaya yöneltti?

Sinema bence çağımıza yön veren en önemli sanat dalı. Benim çevremde sinemadan etkilenmeyen veya hayallerinde sinemaya yer vermeyen yok gibi. Bir tasarımcı olmaya çalışırken sinema afişlerindeki illustrasyonları (o zaman photoshop henüz yoktu) özenle inceler ve içlerinde kaybolurdum. Indiana Jones, Star Wars illustrasyonlari benim jenerasyonumun zihnine kazınmıs görsellerdir. (Şimdi bunları çizenleri tanımak ayrı bir zevk tabi) Uğur Mumcu'nun yirmidort kitabına tekrar kapak yapma şansım olduğunda bunları kitap kimliklerinin dışında birer film gibi düşünmüstüm. Sinema dünyasının grafik dili herzaman geniş kitlelere çekici ve büyülü gelmiştir.

Sorunuza geri dönünce; Hayır, sinema sektöründe çalışmam bir tesadüf değil. Bilinçli bir karardır. Grafik tasarımı bir piramit gibi düşünün. Ulaştığı kitlelerin yaygınlığı ve karşılığında harcanan tasarım ücretlerinin yüksekliğini göz önünde tutacak olursanız "sinema sektörü tasarımcısı" olmak piramitin en uç noktası. Başka hiçbir görsel tasarım bunun önüne geçemiyor. 

Ben de New York'da yaşadığım yıllarda zaten ilgim olan bu alanı kendime bilinçli bir hedef olarak seçmiştim. Hedef koyup, doğru zaman dilimlerine bölerek çalıştığınıza ulaşılamayacak hedef yok bence. 
 
Bir film afişini ne kadar sürede hazırlıyorsunuz, hazırlarken nelere dikkat ediyorsunuz? Yaptığınız çalışma nasıl bir süreçten geçiyor?

Kimi zaman senaryo aşamasından başlayıp beş-altı ay çalışma şansımız da oluyor, kimi zaman da başka ajansın yapamadığı işi devralıp iki haftada da hazırlandığımız oluyor. Tamamen işin gidişatına bağlı. Ayrıca marketing süreci sabit bir hedef değildir. Hareketli bir hedeftir. "Hulk" projesinde çalışırken "Ironman" kampanyası sizin stratejinizi son anda değiştirebilir. Politik olaylardan, güncel trendlere kadar ve en önemlisi yapılan "focus group" araştırmalarına kadar her sey son anda değişebilir.

Yapılan iş güzel bir görüntü hazırlamanın çok ötesinde. Ayrıca netleştirmek istedigim bir başka nokta da; benim yaptığım isin sadece "film afisi" olmadığıdır. Hatta bazen film afişini yapmadığımız işler de oluyor. Son yıllarda "Home Entertainment" yani DVD, Blueray tasarımlarının bütçeleri "film afişi" bütçelerinin çok daha önüne geçti. Esas tasarım bütçesi orada. Bizim yaptigimiz is "KeyArt" tasarimi. Yani o isi satacak "anahtar gorsel"i tasarliyoruz. Sonucta bu DVD de olabilir, gazete ilanida, otobüs kenarıda, billboard da.
Türkiye'de "Hollywood'da afiş yapan adam" olarak tanındım. Bir şikayetim yok ama isin asıl yüzü bunun ötesinde. 

Projelerinize kişisel yorumlarınızı katıyor musunuz, yoksa projenin içeriğine göre objektif mi yaklaşıyorsunuz?

 Ben bir sanatçı değilim. Sanatçılar kişisel yorumlarını katarlar. Ben "tasarımci"yım. Tasarımcılık sanatçılıktan çok daha zor ve kişilik gerektiren bir iştir. Sanatçi yaptiği ise "ben yaptım oldu" der ve iş biter. Siz de beğenir ya da beğenmezsiniz, gerisi kimseyi ilgilendirmez. Hatta bazen sanatçının yapıtına yüklediği anlam ile alıcının yani izleyicinin "anladiği" birbirinden tamamen farklı olabilir. Miro'nun meşhur "patates mi? güneş mi?" hikayesi gibi.
Oysa tasarımcılık "sanat" ile sürekli flört eder, ondan esinlenir, ondan beslenir. Ama tasarımcılık özünde "sipariş" ile vardır. Yani "müşteri memnuniyeti" temellidir.
Bu gerçek pek çok tasarımcının hayatı boyunca kabullenemediği bir gerçektir. Özellikle genç tasarımcılar ve ögrenciler bunu zor anlar ve kabul ederler. Yaptığı ise aşık olmak tehlikesinden kurtulamazlar.

"Müsteri memnuniyeti"ni biraz açmak istiyorum. Çünkü yapılan işi müşterinin istediği gibi yapmaktan yani bir tekniker (arac) olarak çalışmaktan bahsetmiyorum.

Genellikle yönetmenler ile yaptığımız toplantılarda söylediğimiz ilk söz şudur: "Bizi su anda sevmenizi istemiyoruz. Bu toplantıdan sizi memnun ederek çıkabiliriz. Ama filminizin ilk haftasonu gişesinde hayal kırıklığına uğramak istemiyorsanız bizi dinlemeniz lazım" "Biz sizin ilk hafta sonu başarısından sonra bizi sevmenizi istiyoruz". Her yönetmen filmini anlatacak ve sanatsal yönünü öne çıkaracak bir key art ister. Daha kalite ve sofistike gözükmek ister. Oysa cuma cumartesi aksamı karısı ile sinemaya gidip haftayı unutmak isteyen ve eğlenceli zaman (entertainment industry lafı buradan geliyor) geçirmek isteyen sıradan Amerikali ne izlemek ister sorusunun cevabını bulmaktır bizim işimiz. Filmin herhangi biryerinde gizlidir zaten bu an. 

Şuana kadar yapmış olduğunuz projelerden hangisinin sizin için daha farklı bir anlamı var?

Key art ödülü kazandığım için zannedilmesin ama Selma Hayek'in"Frida" filmi için yaptığım tasarımın ve o projenin benim için ayrı bir önemi var. Yapılan işin tasarım boyutu ile ilgili bir önem değil bu. O proje benim "kurumsal Amerika"ya girişimin ve sektörde "kabul" edildiğimin göstergesidir. Ayrıca yıllar önce İstanbul Film Festivali'nin afişini yaptığımda da "özel" hissetmişimdir. Bir de sevgili Sezen Aksu'nun "Eksik Şiir" kitabının kapağının kalbimde özel bir yeri vardır.

Hep film afişi mi yapacaksınız?

Daha önce de söylediğim gibi hep film afişi yapmıyorum zaten. Tasarımcılık ile reklamcılığın buluştuğu alanda görsel tasarım çözümleri üretiyorum. Bu kimi zaman web sitesi, kimi zaman reklam filmi, kimi zaman DVD kapağı olabiliyor. Dünya çapında iş üretiyorum. Yunan Ortodoks Kilisesinin web tasarımını da yapıyorum, Nijerya Serbest Ticaret bölgesinin kurumsal kimliğinide, Rusya'da Türkiye'min Turizm tanıtım kampanyasını da.

Sinemanın başka bir alanında yer almak istiyor musunuz?

Haa OK. Şimdi anladım. Evet prodüktörlüğünü üstlendiğim iki projenin başlangıcı aşamasındayız. Şu anda bahsetmek için çok erken ama 3 sene önce kurduğum "Türk Film Konseyi" nin projeleri bunlar. Bunlar daha çok ilişkilerin oluşturulması ve projenin ana çatısının kurulması aşamasında "bilirkişi" olma durumu. 
Öte yandan "tasarımcı" olma durumundan da çok memnunum. Böyle "mutlu" ölebilirim.

 Sizce Türk filmlerinin dünya sinemasındaki yeri nedir? Amerikalılar Türk sinemasına nasıl bakıyor?

Dünya sinemasinda önemli bir yeri olmaya basladı. Zeki Demirkubuz, Fatih Akin, Ferzan Ozpetek ve Nuri Bilge Ceylan çok iyi yönetmenler. Dünyada tanınıyorlar ve biz de göğsümüzü gere gere anlatıyoruz. Ama Amerikalılar'a gelince durum biraz farklı. Burada sinemamızı tanıtacak hiçbirşey yapmamışız yıllardır. Türk Film Konseyi'nin (www.turkishfilmcouncil.com) kuruluş amaçlarından birisi de bu zaten. Sadece son iki yıldır Santa Monica da düzenlenen "Locations Fuar"nda Türkiye'yi temsil etmemiz ve aldığımız ikincilik ödülü bile çok önemli bir başarı. Bu konuda yapılması gereken çok önemli işler var. Bir iki ay içerisinde Turkishfilmtalents.com web sitesini açıyoruz ve burada Türk yeteneklerini Amerikalı yapımcılar ile buluşturacağız.
 
Türk filmlerini, oyuncularını ve afişlerini nasıl buluyorsunuz?

Uzun bir cevap olabilir.
Türk Filmlerinin bir kısmını çok beğenerek izliyorum. Türk olduğum için doğal olarak bize ait olan duyarlılıkları bana daha yakın geliyor. Özellikle 14 yıldır yurtdışında yaşayınca bu konularda daha çok "açık yara" ile geziyorsunuz. Ya da Sezen Aksu'nun dediği gibi "Kabuksuz Salyangoz" duyarlılığında oluyorsunuz. Ama çok kötü film de yapılıyor doğrusu. Geçtiğimiz yıl Antalya Film Festivali jürisinde yer alma şansım oldu. 10 günde yaklaşık 20 ye yakın film izledim. Inanılmayacak kadar "kötü" filmler de vardı.
Turk Oyuncularının bazılarını çok yetenekli buluyorum. Özellikle gençlerin arasında inanilmaz yetenekler var. Bence Türkiye piyasasında "yanmadan" Hollywood'da şanslarını denemesi gerekenler var. Bu yarışa ne kadar önce başlarsanız o kadar çok yol alma şansınız var. Özellikle Hollywood'da Orta Doğu konulu film yapımına ilgi varken bu firsatı değerlendirmeli. "Türk Film Yetenekleri" websitesi bu alanda önemli bir platform olacak diye düşünüyorum. 
Türk Afişlerinde de önemli bir gelişme olduğunu izliyorum. En son İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi'nde yaptığım konuşmada bir dinleyici bunun "benim yüzümden" olduğunu söyledi. Çok mutlu oldum.
 
Çok fazla çalışmak dışında Hollywood'da tutunmak için neler yapılmalı? Çok sosyal biri mi olmak gerekiyor acaba?

Zannetmiyorum. Bence akıllı olmak gerekiyor. Burası bir "business" merkezi. Los Angeles dünyanın beşinci büyük ekonomisi. Gerçek bir iş merkezi. Sosyal olmak bir "paparazzi kültürü" yanılgısı. Akıllı değilseniz kimseye yutturamazsınız. Paris Hilton'un bile marka değeri sosyal olmasından değil medyayı "akıllıca" kullanmasından kaynaklanıyor. 
Gene de yanlış anlaşılmasin. Doğru platformlarda yer almak çok önemli.
 
Çalıştığınız ünlüler arasında sizi en çok etkileyin kimdi?

Bu soru gazetecilerin ünlüler ile ilgili dedikodu bekledikleri bir "tuzak" sorudur. Bir anda başlık olma riski her zaman vardır. "Mayin tarlasi". Türkiye'de tanınmaya baslamamın sebebi Nicole Kidman ile bir fotoğrafımın gazetelerde yayımlanması ile basladı. Bundan kurtulmam da yaklaşık 5 yılımı aldı. 
Sorunuza dönünce; beni en çok etkileyen ünlü "Sir Ridley Scott"dir. "RKO 281", "A Good Year" ve "Cennet Krallığı" filmlerini kampanyasında kendisi ile çalışma şansım oldu. Sosyal kimliğinden, iş adamı profiline, sanatçı duyarlılığından, kişisel zevklerine kadar çok beğendiğim özgün bir karakterdir. Hollywood bataklığında bir kale gibi ayakta durur. 
 

Gelecekte ne gibi hedefleriniz var?

Çocuklarımla daha çok vakit geçirmek gibi özel hedeflerim gittikçe daha öne çıkıyor. "Büyüdüklerini izlemenin zevki" gibi klişe bir kalıbın ne kadar doğu bir söz olduğunu yeni keşfettim. Çocuklar inanılmaz yaratıklar. Hele sizin kanınızdansa, benzerlikleri 24 saat doğa belgeseli izler gibi ağzınız açık seyredebilirsiniz.
Önümüzdeki yıllarda Türkiye için bir "kültür elçisi" görevi bilinci ile hareket etmek istiyorum.

Tanımlı hedefler dışında, örneğin "işini iyi yapan birisi" olarak bilinmek türündeki hedefler ise zamanla oluşuyor zaten. Sürprizlerin nereden geleceğini bilemiyorsunuz. Bahçeşehir Üniversitesi Özel yetenek yazılı sınavında bir soru (cevap) olduğumu yeni öğrendim. Daha güzel bir ödül olabilir mi?

Yurt dışına açılmayı düşünen tasarımcılara neler önerirsiniz?

Hırslarını, arzularını gerçekçi temeller üzerinde değerlendirerek hedeflerini tanımlamalarını. Sonra da bu hedefe giden yolları tanımlı ve akılcı zaman dilimlerine bölerek çok çalışmalarını öneririm. Sistematik olarak bir karınca gibi çalışmak lazım.  
"Önümüzdeki iki yıl içerisinde İngilizcemi mükemmeleştireceğim. Şu kadar para biriktireceğim. Şu bilgisayar programını altı haftada öğreneceğim.  Zayıf yönlerim şunlar, güçlü olduğum alanlar bunlar....." gibi. Kendini tanımak ve gideceğin yeri tanımlamak işin yarısı zaten. 
Hepsine gönülden başarılar dilerim.

Thursday, June 4, 2009

Zaman Gazetesi/Şener Erdikici 5 Haziran 2005

En ünlü afişlerde onun imzası var

Şimdi Cola Turka'nın 'dünyada en başarılı Türkler' konseptli reklam filminin kampanyasında Emre Belezoğlu'ndan sonra Kill Bill afişiyle birlikte ekranlarda boy gösteriyor. Ayrıca Ortodoks kilisesine web tasarımı yapıyor. Ancak onun üzüldüğü nokta, İslam dünyasına ait adamakıllı bir sitenin olmayışı. "Bunu biz yapmazsak kim yapar?" diye soruyor.
O yurtdışında yaşayan başarılı Türklerden biri. Saklambaç oynadığı çocukluk zamanlarında bile saklanarak kazanmaktansa, meydan okumuş; koşup sobelemeye çalışmış. Emrah Yücel; kaderin kendisine verdiği sobeleme fırsatını iyi kullanmış. Dünyanın hayran olduğu Hollywood starları; Brad Pitt, Angelina Houston, Tom Hanks, Kirk Douglas gibi pek çoğunun kişisel web sitelerini hazırladı; büyük heyecanla seyrettiğimiz Amerikan sinemasının en gözde filmlerine afişler yaptı. Şimdi Cola Turka'nın 'dünyada en başarılı Türkler' konseptli reklam filminin kampanyasında Emre Belözoğlu'ndan sonra Kill Bill afişiyle birlikte ekranlarda boy gösteriyor. Kendisiyle başarısını, çalışmalarını konuştuk:

Hollywood'a gidiş hikayenizi anlatır mısınız?

Türkiye'de okul bittikten sonra bir süre iletişim tasarımı sektöründe çalıştım. Ardından kendi şirketim "Solaris" reklam ajansıyla 5 yıl boyunca hizmet verdim. Ancak bir yılbaşı gecesi ani bir kararla evimi, arabamı, şirketimi satıp New York'a taşınmaya karar verdim. Kendime güveniyordum. Üst üste iki kez Türkiye'nin en iyi tasarımcısı seçilmiştim. Amerika'ya gittiğimde şirket kurdum. O sıralar internet de yeni palazlanıyordu. Hemen şirketimi ve kendi adımı arama motoruna kaydettirdim. Kısa zamanda yaptığım işlerin kalitesiyle aranan biri oldum.

Hollywood yolu nasıl açıldı?

Avon Cosmetics için yaptığım işlerimi gören "Head Hunter" yani beyin-yetenek avcılarından biri beni fark etti. 1995 yılıydı. www.emrahyucel.com'u bitirip, yaptığım işleri internetteki sitemde açmak, peşinden de sitemi Yahoo'ya kaydettirmek hayatımda yaptığım en akıllıca iş oldu sanırım. Ve bir gün bir telefon... New York'un en önemli kafa avcılarından Rita Sue Siegel aradı ve "Hollywood'a afiş yapmak ister misin?" diye sordu. Bir ay sonra Los Angeles'da Beverly Hills'de çalışıyordum. Evim taşınmış, arabam hazır, köşe ofis, büyük projeler... "Hollywood'da film afişi yapabilir misin?" diye sordu. Hollywood teklifi önce bana ürkütücü geldi. New York'u bırakmak istemedim çünkü Hollywood sektörel olarak ürkütücü dinamiği olan bir yerdir. Ancak sonra kendi dinamiğimle uyum sağlayabilirim belki diye denemeye karar verdim. Head Hunter'ım beni "Jaws" afişlerini yapan sektöre 30 yıldır emek veren önemli bir tasarımcı Mr. Seinneger ile tanıştırdı. Örnek bir film projesi üzerinde anlaştık.

Amerikan rüyası sizin için gerçek oldu?

Aslında Amerikan rüyasının sadece rüyada görülebileceğine dair pek çok zorluk yaşadığımı söylemeliyim. Kendi şirketimi açmak üzere ayrıldığımda Mr. Seinneger'ın kendi müşterilerini elinden almamı engellemek için hakkımda açtığı 2 milyon dolarlık davadan tutun da, henüz yeni kurulmuş bir şirketin Amerika'nın piyasa krizinde kendini var etme çabasına kadar çok şeyi azimle arkada bıraktım. Dünyaca ünlü başarılı bir Türk olmak konusunda ne diyeceksiniz?

Benim kendi adıma söyleyeceklerimden önce birkaç başarılı ismi anmadan edemeyeceğim. Örneğin Dice Kayek diye bir modacımız var dünyaca tanınan. Sonra benim çok başarılı bulduğum birkaç arkadaşım var; Zaha Hadid. Günümüz dünyasında mimarlığın kraliçesi olarak adlanan biridir ve branşında çok önemli bir yeri vardır ama onu kimse tanımaz. Saffet Bekiroğlu var, Kıbrıslı bir Türk'tür ve o da mimari dünyasında çok önemli bir isimdir ama onun pek tanındığını söyleyemem. Buna benzer pek çok örnekten söz edebilirim. Yine de Cola Turka'nın dünya çapında başarılı olmuş Türkleri konu alan kampanyası için düşünülen kişiler arasında ismimin geçmesi çok hoşuma gitti.

İnsanlar daha cok  Hollywood'da olmanızla ilgileniyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu?

Evet. Örneğin ben iki kez "Key-Art" ödülü kazandım. Hatta tüm dünyada web tasarımıyla ilgili çok önemli bir ödül olan Webby ödülünü aldım. Üstelik bu aldığım ödül "ruhani" dalda birincilik ödülüydü. Bu site; Yunan Ortodoks Kilisesi için yaptığım 650 sayfalık dev bir siteydi. ABD'deki Yunan patriği de Türkiye'deki patrikte web sitelerinin Müslüman bir Türk tarafından; Emrah Yücel tarafından yapılmasını istediler. Ama bu, Türkiye'de hiç kimse tarafından haber yapılmadı. Hollywood'da bir gazetede benim Nicole Kidman'la bir fotoğrafım çıkınca ünlenmeye başladım. Buna bir taraftan üzülüyorum, bir taraftan da birilerinin ne yaptığıma odaklanması söz konusu oluyor.

EMRAH YÜCEL KİMDİR?
Kısa film yönetmeni babası ve radyo prog-
ramı yazarlığından senaryo yazarlığına geçmiş
annesiyle entelektüel bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Emrah Yücel, Bilkent Üniversitesi'nde grafik tasarım mastırını tamamladıktan sonra Türkiye'de iletişim tasarımı sektöründe çalıştı.
İstanbul Film Festivali afişlerinden Uğur Mumcu'nun kitap kapaklarına, amblem, ambalaj grafiği, broşür, CD kapaklarından, reklam kampanyalarına kadar farklı alanlarda tasarımlara imza attı. Tasarladığı afişler Kanada, New York, Paris'te sergilendi. Uluslararası New Mexico ve Varşova afiş bienallerine katıldı. New York'a yerleştikten sonra tiyatro, konser afişleri, CD ve kitap ka-
pakları, kurumsal logo çalışmaları yaptı.

YAPTIĞI İŞLER
Kingdom of Heaven (Cennetin Krallığı), Kill Bill, Yetenekli Bay Ripley, Gerçeğin Peşinde, Aile Erkeği, Sayılar, 28 Gün, Enigma, Kasırga, Panama Terzisi, A Long Came With Spider, The Time Machine 2, Charlotte Gray, Framed, No Good Deed, Kiss of the Dragon, U571, RKO 281, Muppets From Space, Dikey Limit filmleri onun son üç yılda yaptığı film motion graphics (jenerikler ve film trailerları) ve afişlerden sadece birkaçı. Bunun dışında Brad Pitt, Angelina Houston, Tom Hanks, Michael Douglas, Diane Lane, Julianne Moore, Stephan Dorff, Kirk Douglas gibi pek çok ünlünün kişisel resmî web sitesini yaptı. Bunun dışında ise Ortodoks Kilisesi'ne hazırladığı 650 sayfalık web sitesiyle "Webby" ödülünü "Ruhani dalda" birinci olarak kazandı.

Cumhuriyet Gazetesi/ Müge Serçek

Emrah Yücel: Sanatçı değil, tasarımcıyım...

Emrah Yücel bir tasarımcı. Filmlerin tanıtım kampanyalarını yürütüyor. Kill Bill, Saatler, Frida, Hero, Muhteşem Dörtlü bu filmlerden sadece birkaçı. Mel Gibson, Brad Pitt, Julianne Moore gibi pek çok ünlünün web sitelerinin tasarımı da onun elinden çıkıyor. Ona göre başarının sırrı basit; "Hedef koyup, doğru zaman dilimlerine bölerek çalıştığınızda ulaşılamayacak hedef yok bence" diyor.

Emrah Yücel Türkiye’de grafik tasarım masterını yaptıktan sonra, 1995’te bir gece aldığı ani bir kararla New York’a yerleşiyor. Gece gündüz çalışarak geçirilen dört yıldan sonra Hollywood filmlerine afiş tasarımları yapmak için Kaliforniya’ya transfer oluyor. Şimdi, sekiz yıl önce kurduğu şirketi Iconisus’ta önemli filmlerin tanıtım kampanyalarını yürütüyor. Bu alandaki en önemli ödül olan Key-Art’ı iki kez aldı, uluslararası bienallerde Türkiye’yi temsil etti. Ayrıca Türkiye’de ve yurtdışında pek çok üniversitede seminerler ve workshoplar düzenledi. Çalışmaları arasında Frida, Kill Bill, Muhteşem Dörtlü, Becoming Jane gibi büyük yapımların yanı sıra Sopranolar, nip/tuck, Damages gibi TV dizileri ve Mel Gibson, Brad Pitt, Julianne Moore gibi pek çok ünlünün web sitelerinin tasarımı da var. Yücel, ayrıca merkezi Los Angeles‘te bulunan Türk Film Konseyi’nin de kurucu başkanı. Soruyoruz, yanıtlıyor:

Film afişleriyle ilgili çalışmalar ilginizi çekiyor muydu yoksa tesadüfler mi sizi film afişi tasarlamaya yöneltti?

Sinema bence çağımıza yön veren en önemli sanat dalı. Benim çevremde sinemadan etkilenmeyen veya hayallerinde sinemaya yer vermeyen yok gibi. Bir tasarımcı olmaya çalışırken sinema afişlerindeki illüstrasyonları özenle inceler ve içlerinde kaybolurdum. Indiana Jones, Star Wars illüstrasyonları benim jenerasyonumun zihnine kazınmış görsellerdir. Uğur Mumcu’nun yirmi dört kitabına tekrar kapak yapma sansım olduğunda bunları kitap kimliklerinin dışında birer film gibi düşünmüştüm. Sinema dünyasının grafik dili her zaman geniş kitlelere çekici ve büyülü gelmiştir. Grafik tasarımı bir piramit gibi düşünün. Ulaştığı kitlelerin yaygınlığı ve karşılığında, harcanan tasarım ücretlerinin yüksekliğini göz önünde tutacak olursanız “sinema sektörü tasarımcısı” olmak piramidin en uç noktası. Başka hiçbir görsel tasarım bunun önüne geçemiyor. New York’ta yaşadığım yıllarda zaten ilgim olan bu alanı, bilinçli bir hedef olarak seçmiştim. Hedef koyup, doğru zaman dilimlerine bölerek çalıştığınızda ulaşılamayacak hedef yok bence.

Bir film afişini ne kadar sürede hazırlıyorsunuz?

Kimi zaman senaryo aşamasından başlayıp beş-altı ay çalışma şansımız, kimi zaman da başka ajansın yapamadığı işi devralıp iki haftada da hazırlandığımız oluyor. Tamamen işin gidişatına bağlı. Politik olaylardan, güncel trendlere kadar ve en önemlisi yapılan “focus group” araştırmalarına kadar her şey son anda değişebilir. Yapılan iş güzel bir görüntü hazırlamanın çok ötesinde.

Sadece afiş hazırlamıyor, tasarımın her alanında çalışmalar yapıyorsunuz?

Evet, sadece film afişi yapmıyorum. Son yıllarda “Home Entertainment” yani DVD, Blueray tasarımlarının bütçeleri film afişi bütçelerinin çok daha önüne geçti. Esas tasarım bütçesi orada. Bizim yaptığımız iş “KeyArt” tasarımı. Yani o işi satacak anahtar görseli tasarlıyoruz. Sonuçta bu DVD de olabilir, gazete ilanı da, otobüs kenarı da, billboard da. Türkiye’de “Hollywood’da afiş yapan adam” olarak tanındım. Tasarımcılık ile reklamcılığın buluştuğu alanda görsel tasarım çözümleri üretiyorum. Dünya çapında işler üretiyorum. Yunan Ortodoks Kilisesinin web tasarımını da yapıyorum, Nijerya Serbest Ticaret bölgesinin kurumsal kimliğini de, Rusya’da Türkiye’min Turizm tanıtım kampanyasını da.
Bizi dinlemeniz lazım...

Projelerinize kişisel yorumlarınızı katıyor musunuz, yoksa projenin içeriğine göre objektif mi yaklaşıyorsunuz?

Ben bir sanatçı değilim. Sanatçılar kişisel yorumlarını katarlar. Ben tasarımcıyım. Tasarımcılık sanatçılıktan çok daha zor ve kişilik gerektiren bir iş. Sanatçı yaptığı işe “ben yaptım oldu” der ve iş biter. Siz de beğenir ya da beğenmezsiniz, gerisi kimseyi ilgilendirmez. Hatta bazen sanatçının yapıtına yüklediği anlam ile alıcının yani izleyicinin anladığı birbirinden tamamen farklı olabilir. Miro’nun meşhur “Patates mi? Güneş mi?” hikâyesi gibi... Oysa tasarımcılık sanat ile sürekli flört eder, ondan esinlenir, ondan beslenir ama tasarımcılığın özünde sipariş vardır. Yani müşteri memnuniyeti temellidir. Bu gerçek pek çok tasarımcının hayatı boyunca kabullenemediği bir gerçektir. Genellikle yönetmenler ile yaptığımız toplantılarda söylediğimiz ilk söz şudur. “Bizi şu anda sevmenizi istemiyoruz. Bu toplantıdan sizi memnun ederek çıkabiliriz, ama filminizin ilk hafta sonu gişesinde hayal kırıklığına uğramak istemiyorsanız bizi dinlemeniz lazım. Bizi ilk hafta sonu başarısından sonra sevmenizi istiyoruz”. Her yönetmen filmini anlatacak ve sanatsal yönünü öne çıkaracak bir Key-Art ister. Daha kalite ve sofistike gözükmek ister. Oysa bizim işimiz, cuma, cumartesi akşamı karısı ile sinemaya gidip haftayı unutmak isteyen ve eğlenceli zaman geçirmek isteyen sıradan Amerikalı ne izlemek ister sorusunun cevabını bulmaktır. Bu da zaten filmin herhangi bir yerinde gizlidir.

Şu ana kadar yapmış olduğunuz projelerden sizin için daha farklı bir anlam taşıyan var mı?

Key-Art ödülü kazandığım için zannedilmesin ama Selma Hayek’in “Frida” filmi için yaptığım tasarımın ve o projenin benim için ayrı bir önemi var. O proje benim “kurumsal Amerika”ya girişimin ve sektörde kabul edildiğimin göstergesi. Ayrıca yıllar önce İstanbul Film Festivali’nin afişini yaptığımda da çok özel hissetmiştim.

Peki, sinemanın başka bir alanında yer almak istiyor musunuz?

Evet, prodüktörlüğünü üstlendiğim iki projenin başlangıcı aşamasındayız. Şu anda bahsetmek için çok erken ama üç sene önce kurduğum “Türk Film Konseyi”nin projeleri bunlar. Bunlar daha çok ilişkilerin oluşturulması ve projenin ana çatısının kurulması aşamasında bilirkişi olma durumu. Öte yandan tasarımcı olmaktan da çok memnunum. Böyle mutlu ölebilirim.

Sizce Türk filmlerinin dünya sinemasındaki yeri nedir? Amerikalılar Türk sinemasına nasıl bakıyor?

Dünya sinemasında önemli bir yeri olmaya başladı. Zeki Demirkubuz, Fatih Akın, Ferzan Özpetek ve Nuri Bilge Ceylan çok iyi yönetmenler. Dünyada tanınıyorlar ve biz de göğsümüzü gere gere anlatıyoruz. Ama Amerikalılara gelince durum biraz farklı, burada sinemamızı tanıtacak hiçbir şey yapmamışız, yıllardır. Türk Film Konseyi’nin (http://www.turkishfilmcouncil.com/) kuruluş amaçlarından birisi de bu zaten. Sadece son iki yıldır Santa Monica’da düzenlenen ‘Locations Fuar’nda Türkiye’yi temsil etmemiz ve aldığımız ikincilik ödülü bile çok önemli bir başarı. Bu konuda yapılması gereken çok önemli işler var. Bir iki ay içerisinde Turkishfilmtalents.com web sitesini açıyoruz ve burada Türk yeteneklerini Amerikalı yapımcılar ile buluşturacağız.

Türk filmlerini, oyuncularını ve afişlerini nasıl buluyorsunuz?

Türk filmlerinin bir kısmını çok beğenerek izliyorum. Türk olduğum için doğal olarak bize ait olan duyarlılıkları bana daha yakın geliyor. Özellikle 14 yıldır yurtdışında yaşayınca bu konularda daha çok “açık yara” ile geziyorsunuz ama doğrusu çok kötü film de yapılıyor. Geçen yıl Antalya Film Festivali jürisinde yer alma şansım oldu. 10 günde yaklaşık 20’ye yakin film izledim. İnanılmayacak kadar kötü filmler de vardı. Türk oyuncularının bazılarını çok yetenekli buluyorum. Özellikle gençlerin arasında inanılmaz yetenekler var. Bence Türkiye piyasasında yanmadan Hollywood’da şanslarını denemesi gerekenler var. Bu yarışa ne kadar önce başlarsanız o kadar çok yol alma şansınız var. Özellikle Hollywood’da Orta Doğu konulu film yapımına ilgi varken bu fırsatı değerlendirmeli. “Türk Film Yetenekleri” web sitesi bu alanda önemli bir platform olacak diye düşünüyorum. Türk afişlerinde de önemli bir gelişme olduğunu izliyorum.

Sabah Gazetesi, Günaydın

EMRAH Amerika'da  Istanbul 2010'u 'YÜCEL'tiyor

Binlerce ABD'li dinliyor 

İstanbul için en etkili reklamlardan birine, Hollywood filmlerine afiş tasarlayan Emrah Yücel imza attı. Yücel, ünlü müzisyen Stevie Wonder'ın radyo şovuna konuk oldu ve 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul'un tanıtımını yaptı. Amerikalılar'a İstanbul'u anlatan Yücel, ünlü yönetmenlerin çekeceği 'İstanbul On My Mind' adlı filminden de bahsetti.

Telefonlar kilitlendi 

Kültür elçisi gibi çalışan Emrah Yücel, 'İstanbul'a gitmek için en iyi sebebi bulan' iki dinleyiciye de uçak bileti vereceğini söyledi. Bunun üzerine telefonlar kilitlendi. Ödülü, anne ve babasını evlilik yıldönümünlerinde İstanbul'a göndermek istediğini belirten bir genç kız kazandı. 

Stevie Wonder'ın radyo şovuna katıldı 

'Kill Bill' ve 'Soğuk Dağ' gibi filmlerin de afişlerini hazırlayan Emrah Yücel'in 'İstanbul On My Mind' adlı filmine yaz sonunda başlanacak. Yücel, filmin kısa hikayelerden oluşacağını söylüyor.

Esquire Türkiye

Hayatta ne oğrendin?

Hayattan ne ogrendigimi anlatmak biraz zor. Bunu anlatmak buyuk laflar soylemeyi gerektiriyor boyle firsatlarda buyuk laflar yazabilmeyi ogrenemedim bir turlu. Derin ve cok anlamli gibi gozuken, anlayanlardan cok anlamayanlarin takdir ettigi sozler soylemeyi ogrenemedim. Soyleyenleri (anladigim kadari ile) begeni ile karsiladim. "Vay be iste boyle olmak lazim dedim kendime,  ama gene de yapamadim. Cogu zaman hayranlik ile baktim bu tip sozleri soyleyebilenlere. Sanki daha fazla biliyorlar gibi geldi hep. 

Ama ben "samimi" olmayi iyi bilirim. Beni fazla tanımayanların düşündüğü gibi olmadığımı "aslında samimi bir adam" oldugumu anladim zamanla.

Bu yuzden  "Hayattan ogrendiklerimi" sorguladigim zaman aklima ilk gelenleri anlatacagim size samimiyetle.

Cocuklugum Ankara'da gecti. Orta gelirli bir memur ailesinin cocugu olmama ragmen hem sanatile icice ve hem de modern bir hayat gorusu icerisinde buyudum. Turgut Ozal oncesi donemde ilk gencligimi ve cocuklugumu yasadigim icin halk ekmek ve yag kuyruklarinda saatlerce bekledim,

Gaz ve benzin siralarina girmek icin sabahin dordunde uyanip kalktigimizi cok net hatirlarim. Sicak su olmadigi icin haftada bir yikanilan gunleri bilirim. Hepsi bir yana "teror" un ne demek oldugunu bilirim. 80 oncesindeki o "korku" yu tadanlardanim.

Bunlari da kizginlik ile degil "nese" icerisinde hatirlarim nedense. Elektrik kesintilerinden ve komur sikintilarindan dolayi kislari cok soguk gecerdi Ankara'da,

Ustelik de hava kirliliginin en cok oldugu yillardi. Okulumuzun tatil oldugu Subat ayinda annemler ile birlikte teyzemleri ziyarete Adana'ya giderdik. Adana kis aylarinda hem sicak, hem de havasi temiz oldugu icin bize iyi gelirdi, Simdi hatirlamiyorum kac yil gittigimizi ama belki yedi sekiz yil Subat aylarini Adana'da gecirdim kucukken. O zamanlar daha kardesim olmadigi icin kuzenlerim ile birlikte zaman gecirmek hosuma giderdi. 

Benim icin Adana'nin en onemli ozelligi ve beni en cok heyecanlandiran tarafi Atilla Altikat koprusunun altindaki "Bosboscular" idi. Adana Incirlik'teki Amerikan ustunde calisan Turk isciler, temizlige giden kadinlar Amerikali ailelerin coplerini, kullanmak istemedikleri, attiklari ya da verdikleri esyalari toplayip bu bosbosculara satarlardi. Bosboscular da toparladiklari bu dokuntuleri hergun sabahtan el arabalari ile satmaya koprunun atina gelirlerdi.
 
Adana'ya geldigimiz ilk gunden baslayarak hergun sabahlari ilk isim buraya gitmek oldu. Saticilarin tezgahlarinin icerisinde kirik GiJoe bebekler, Matchbox arabalar, basketball toplari, Star Wars maketleri, bozuk dijital saatler, walkmanler arasinda dolasip hepsini incelerdim.  Tum bu objeler bizim Ankara'daki hayatimizin tamamen disinda kimlikler tasidiklari icin benim cok ilgimi cekerlerdi. Butun gun bunlara bakar ve hayal dunyasina dalardim. 
Galiba en cok ilgimi ceken de bunlarin yeni degil kullanimis olmalari idi. Kullanilmis olma durumu bu objelere ayri bir kimlik eklerdi. Bunlari kullananlari ayrica hayal ederdim. Uzerinde cizikler olan bogazli Nike spor ayakkabilari, bir kismi kullanilmis kol alti sprayleri, Uzerinde hic bilmedigimiz takimlarin isimleri ve renkli amblemleri olan basketball tshirtleri ve daha nice detaylar. Butun bunlar bana bizim yasadigimizin tamamen disinda baska bir hayat oldugunu ogretti. Ve ben bu hayati cok merak ettim. Bunu Amerikan hayranligi gibi algilamayin lutfen. Bu yabanci ve uzak olani merak etme duygusu idi. Annem hicbir zaman bunlari alip eve getirmeme musade etmedigi icin sadece bakardim bu parcalara. Yillar sonra "Blade Runner" (Bicaksirti) filminde gordugum Sebastian'in evi gibi bir durum vardi bu esyalarda. Hepsinin kimlikleri vardi.
Tum bu esyalar bir yana beni en cok etkileyen sey kullanilmis dergilerdi suphesiz. Para verip eve getirmeme musade edilen tek seyde onlardi zaten. Popular Mechanics, National Geographic, Penthouse, Sports Illustrated, Playboy, GQ, Architectural Digest ve Vanity Fair dergileri ile ilk defa orada tanistim. Kisa surede bunlarin arasindan iki tane favori olanini secip bulabildigim butun sayilarini toplamaya basladim. "Vanity Fair" ve "GQ". 
O yillarda her iki derginin de neredeyse eksiksiz her yilki tum sayilarini toparlamayi basardim. Kimisine iki hatta uc kati paralar odemek ugruna bile de olsa bu dergiler tum yil boyunca Ankara'da her gun arkadasim oldular benim. Arada iki uc tane de "Asik" oldugum kizlarin icerisinde oldugu Penthouse dergisini de burada saymadan edemiyecegim suphesiz. Onlar da benim az kahrimi cekmediler ilk genclik yillarimda. O uzun bacakli Amerikan kizlari Ankara'daki yatagimda, dosegin altindan (gizledigim yerden) cikip geceleri cok ziyaret ettiler beni. 

Vanity Fair ve GQlar ise masamin uzerinde tum sayilari ve her sene eklenen 12 yeni sayisiyla yerlerini ve onemlerini hic kaybetmediler. Hergun okuldan gelip ozenle baktim onlara. Iclerindeki parfum reklamlarini kokladim. Kollarima surdum bu kokulari. Gorsel hafizamin gelismesindeki en onemli yillardir bunlar. Ilanlarin sayfa duzenlerinden tutun da icerisindeki fotograflarin isigina kadar hazmettim butun detaylari. Yazi karakterleri ile Art Deco suslemeler ile bulustum. O yillarda tanistim Julian Schnabel'in tabakli resimleri ile. Francesco Clemente'nin NYdaki sergisinin acilisinda ben de vardim davetlilerin arasinda. Hampton'larda Ralph Lauren kiyafetler giyip brunchlar yaptim. Sampanyalar ictim. Guzel kadinlar ile NY kluplerini dolastim. Oscar partilerine katildim. Annie Leibowitz in fotograflarini uzaktan tanimayi ogrendim. David Bowie, Herbie Hancock, Miles Davis, Prince ile tanistim bu sayfalarda. Guzel kadinlari neyin guzel yaptigini, yakisikli durmak icin ne giymek gerektigini ogrendim. Calvin Klein ile fotograf cekimleri yapan modelleri gordum. Clark Gable ile arkadas oldum. Aspen'de kayaga gidilince nasil davranilacagini ogrendim. Guzel yemekleri tadamadim ama masalarda oturdum.

Los Angeles'te Sunset Bulvarinda dolastim. Bu dergilerin icerisinde gecirdim tum ogleden sonralarimi. Annemden azar isitme pahasina da olsa yatmadan once bir dergi daha baktim hep.

Isin en guzel tarafi da kendi kendime soz verdim hayatta bunlari yapacagima dair. Galiba sozumde de durdum. Ama Atilla Altikat koprusunun altinda yasadigim heyecani, ne New York'da ne de Los Angeles'ta bulamadim.

Sabah Gazetesi- Günaydın / İlker Gezici

Emrah Yücel Yeni Zelanda'nın ilk üçe girdigi marka degeri arastırmalarında Türkiye'nin sıralamada olmamasına dikkat çekti.

Marka yaratabilmek için Hollywood'u çagırmalıyız.
Kültür ve Turizm Bakanlıgı'nın Türkiye'nin tanıtımı için açtıgı reklam ihalesini kazanan Emrah Yücel Türkiye'nin yurtdısında marka olması için yapılacaklarıa nlattı..
 
'Kill Bill', 'Soguk Dag', 'Chicago', 'The Bing Bounce' gibi birbirinden ünlü Holywood filmlerinin afişlerini tasarlayan Emrah Yücel'in baskanlıgını yaptıgı 'Iconısus' adlı reklam sirketi, Kültür ve Turizm Bakanlıgı'nın Türkiye'nin tanıtımına iliskin Rusya ve Ukrayna için gerçeklestirecegi reklam ihalesini kazandı. Sinemanın bir ülkenin tanıtımında çok önemli yeri olduğunu söyleyen Yücel, "Ülkemizin güçlü bir marka kimliğine ihtiyacı var" dedi.
 
Yapılan arastırmalar sonucu, bir ülkenin markalasmasında dizi ve sinema filmlerinin yüzde 13'le üçüncü sırada yer aldıgını ortaya çıktı. Siz bunu nasıl degerlendiriyorsunuz?

Bence bu sıralama bize çok sey söylüyor. Artık dünya çapında her alanda marka yaratmanın en önemli araçlarından birinin, film ve diziler aracılıgı ile ürün yerlestirmesi oldugunu biliyoruz. Türkiye'nin de bu anlamda pek çok Hollywood yapımında hem mekan hem de içerik olarak yer alması gerekiyor.
 
HOLLYWOOD'UN GÜCÜ
Örnek verebilir misiniz?

Tabii, mesela Hawaii adalarının izleyicilerin aklına bir balayı hedefi olarak yerlesmesinin en önemli sebebi, Hollywood'un gücünü dogru kullanmıs olmasıdır. Hawaii'de geçen filmler ve diziler aracılıgı ile bu mekan 'cennet' olarak tanımlanmıs.
Pek çok insanın balayı tatilinin tartısmasız hedefi haline gelmis. Hawaii adaları bu basarıyı çok bilinçli kullandı ve bunu bir gelenek haline getirdi. Su anda 'Lost' dizisinden dolayı Hawaii'de dizinin çekildigi yerlere turlar bile düzenleniyor. Bir baska örnek ise 'Sex and The City' dizisi ile New York için verilebilir. Hawaii'nin basarısını biraz geç de olsa yakalamaya çalışan Fiji adaları bile su anda yabancı film yapımları için yüzde 52 tesvik veriyor.
 
Bu tesvik sisteminden bahsedebilir misiniz?

Bu tip tesvik iki farklı türde uygulanıyor dünyada. Birincisi sadece para üzerine kurulu. Yani diyoruz ki, benim ülkeme para getir ben de sana getirdigin ve harcadıgın paranın yüzde 20'sini iade edeyim. Romanya, Malta, Tunus, Çek Cumhuriyeti, ABD'nin pek çok eyaleti, Fransa ve Italya bu sistem ile çalısıyor. Tunus'ta 'Yıldız Savasları'nın çekilmesi gibi... Filmin orada çekildigi her yerde yazıyor ve biliniyor. Ikinci sistem ise Kanada ve Ingiltere'nin uyguladıgı kültür agırlıklı puan sistemi. Bu sistemde yapımcılara o ülkenin degerlerinin ortaya çıkartılacagı bir puan sistemi sunuluyor.
Filmin içinde Kanada sehirlerinin yol tabelasını göster 5 puan, iki kisi birbirine para verirken bu para Kanada doları olarak gözüksün 5 puan. Ingiltere'de Londra Köprüsü'nü göster 5 puan, Ingiliz aksanı kullan 5 puan gibi... Topladıgın puan kadar da projene tesvik al.
 
ILK 10'DA BILE YOKUZ!
Türkiye'nin uluslararası film projelerinde boy göstermesi nasıl mümkün olabilir?

Bunun en güncel örnegi Nicole Kidman ve Hugh Jackman'ın oynadıgı 'Avustralya' filmi. Çekimleri için ayrılan 160 milyon dolarlık bütçenin 60 milyonu Avustralya hükümeti tarafından karsılandı. Bu film Avustralya'nın bilinçli bir markalaşma çabası içerisinde oldugunun en iyi göstergesi. Zaten '2008 Ülke Markalasması' raporunda da Avustralya bir numaralı ülke seçilmisti. Yani yatırım yaptı, karsılıgını aldı. Türkiye 31 dalda yapılan bu sıralamalardan sadece ikisinde ilk 10'a girebiliyor. Bunlardan biri, 8. sırada olduğumuz 'Yükselen Yıldız' kategorisi. Digeri ise 'Paranın Alıs Gücü'. Bunun dısında;
'Yasam Standardı, Halk Misafirperverligi, Alısveris, Gece Hayatı, Yeme-Içme, Kumsallar, Güvenlik, Kültür, Sanat ve Tarih' gibi çesitli dallarda sıralamaların birine bile giremiyoruz. Hem de bu degerlere diger ülkelerden çok daha fazlasıyla sahip oldugumuz halde...

Cumhuriyet Gazetesi

Bir ülkenin markalaşması, uluslararası toplum nezdinde söz sahibi olabilmesi ve raporlarda adının başta yer alabilmesi için hangi kıstaslar gözetilmeli ve planlar hayata nasıl geçirilmeli? 

Bu konuda yapılmış pek çok arastırma var. Bunlardan en önemlisi her sene yayınlanan Futurebrand “Countrybranding” listesi. Bu listeye gore markanın oluşmasında en önemli etkenler şöyle sıralanıyor;
%35 kulaktan duyulanlar. (arkadaslarınızın ya da yakın çevrenizin size o ülke hakkında söyledikleri. Yaşadıkları tecrübeler), %18 Internet (İçeriği kullanıcı tarafından oluşturulmuş sitelerin ziyaret edilmesi), %13 Televizyon dizileri ve sinema filmleri ( Bakınız Mamma Mia, Lost, Avustralya), %10 gazete ve dergilerde çıkan makaleler, %3 TV, basın ve outdoor reklamları. 
Yukarıdaki tüm yüzdeler bir ülkeye ilginin oluşmasındaki en önemli kanallar. Ayrıca entellektüel dünyası, politik hareketleri, çevre, tarih, kültür, insan hakları ve diğer konulardaki duyarlılığı gibi pek çok etken markalaşmayı güçlendiriyor.

Çağımızın buluşu internet, Türkiye’nin tanıtımı açısından yetirince kullanılıyor mu?

Internet, Türkiye’nin tanıtımı için yeterince kullanılmadığı gibi, bu sanal ortamda ülkemizin reklamını kötü yönde etkileyecek birçok bilgi ve görseller mevcut. Tüm bu bilgilerin önüne geçecek videoların ve imajların toplanması ve internetteki belli sitelere girişinin yapılması gerekiyor.

Çok yakın zamana kadar internet denildiği zaman akla, bilgi veren, iyi tasarlanmış bir internet sitesi geliyordu. Oysa son iki yılda içeriği kullanıcılar tarafından oluşturulmuş bir internet ortamının önem kazandığı görülüyor. Bu demek ki, kimse artık bir ülkeye gideceği zaman o ülkenin turizm bakanlığı tarafından yapılmış web sitesine başvurmuyor. Herkes Travelocity, Tripadvisor gibi sitelere girip, kullanıcıların o ülke ya da bölge hakkındaki yorumlarını okuyor veya Facebook, My Space gibi sosyal arkadaşlık sitelerindeki gruplar aracılığı ile o bölgeler hakkında bilgi alışverişinde bulunuyor. Yani bu da bize, günümüzün geçerli tanıtım stratejisinin, bu kanallar aracılığı ile uygulanan Gerilla (Viral) Pazarlama yöntemleri olduğunu gösteriyor.

Öte yandan Google Maps ve Google Earth üzerinde artık dünyanın her yerinde gezmek ve daha önceden gideceğiniz yerleri görmek mümkün. Pek çok potansiyel turistin sıklıkla yaptığı bir şey bu. Oysa Türkiye hakkında diğer ülkelere kıyasla çok daha az video ve imaj yüklenmiştir bu sitelere. Zaten olanlar da turizm nitelikli değil. Biz bu pazarlama tekniklerini Hollywood filmleri için uyguluyoruz. Benzer önerilerimizi Turkiye Turizm Tanitimi ihale sürecinde sunduk. Sayin Bakan bu konu hakikinda bizimle bilgi alisverisi yapmak istedigini soyledi. 

Internet üzerindeki "içeriği kullanıcılar tarafından oluşturulmuş" en önemli sitelerden biri "YouTube". Milyonlarca kullanıcı dünyanın her yerinden gezdikleri destinasyonlar ile ilgili görüntüleri yükleyip diğer insanlar ile paylaşıyorlar. Eğer siteye ulaşabilirseniz Akdeniz'de herhangi bir sahil kasabamızın adını yazın. Ne demek istediğimi çok net anlayacaksınız. Kendinizi Türkiye’yi seyahat etmek isteyen o insanın yerine koyun. Plan yapmadan gideceğiniz yeri görmek istemez misiniz? Internet bu yüzden turizmde çok önemli bir karar mekanizması haline geliyor. Youtube'u siz kendi ülkenizde kapatırsanız orada sadece insanların gidip bir şey izlemesini değil, mesela Antalya'da bir motelin kendi kamerasıyla çektiği tanıtım filmini Youtube'a koymasını da engellemiş oluyorsunuz. 
Turizm Bakanlığı'nın, elindeki film ve imajların internetteki doğru kanallarda paylaşılabilmesi için profesyonel kişiler kadar amatör kullanıcılarla da işbirliği yapması gerekiyor. Bizim de bundan referansla bakanlığa sunduğumuz bir takım öneriler var.

Bırakalım Fransa’yı sadece Paris bile Türkiye’ye gelen turist sayısını katlıyor. Türkiye’nin turizm sektöründe başa güreşmesi için hedefleri ne olmalıdır?

Türkiye, gelen turist sayısı açısından karamsar bir noktada değil. Şu anda dünyada ilk 10 içerisindeyiz. Bu geçmiş 10-15 yıl öncesine kıyas ile inanılmaz bir başarı. Ayrıca gelen turistin bıraktığı gelir açısından da iyi bir konumdayız. Bakanlığın amacı şu anda yıllık %13 civarında olan büyüme hızını daha da arttırarak 2023 yılında (Cumhuriyetin 100. yılında) ilk 5 destinasyon arasına girebilmek. Bu iyi bir vizyon ve hedef. Ancak şu ana kadar bu sayıları tutturabilmemizin ardında, yabancı paranın Türkiye’deki alım gücünün yüksek olması ve tarihi ve doğal güzellikleri var. Bunların her ikisi de bizim kattığımız değerler değil. Bu önemli bir nokta. 2023 hedefini tutturabilmemiz için bilinçli bir turizm stratejisi izlememiz şart.
Ayrıca 15 yıl once turizme kapalı olan Rusya’nın artık en çok turistik gezi yapan ve para harcayan ülke konumuna gelmesi en çok bize yaradı.



Ne kadar çok turist ülkemize gelir ve memnun kalırsa, ileride beraberinde o kadar turisti getirecektir. Burada önemli olan evlerine döndüklerinde Türkiye izlenimlerinin ne olduğu, beklentilerine cevap verip vermediğidir. Ülkemizi ziyaret eden turist ne kadar çok olursa bırakacağı gelir de doğru orantıda o kadar artacaktır. Bu tavuk, yumurta hikayesi.

Geçenlerde Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Hollywood’a çağrı yaptı ve “ülkemize gelin, sizlere her türlü kolaylığı sağlayacağız” dedi. Türkiye “Troy-Truva” filmine ev sahipliği yapamayınca set Malta’da kurulmuştu. Biliyoruz ki; yüksek bütçeli filmlerin çekildiği her ülke ihya oluyor. Dev prodüksiyon şirketlerinin Türkiye’ye gelmesinin, tanıtımımız ve markalaşmamız açısından önemi nedir?

Sayın bakanımızın bu konudaki tavri çok önemli. Lakin Hollywood’un yapılan çağrıyı duyduğundan emin değilim. Geçtiğimiz mayıs ayında MGM’in başkanı Perry Stahman’ı getirerek Sayın Bakanımız ile tanıştırmıştım. Ziyaretimizin sebebi MGM’in yenisini yapmayı planladığı “Topkapı” projesinin orjinal mekanlarında çekilmesi talebi idi. Çünkü şu anda bu film Almanya’da tekrar yapılacak Topkapı setlerinde çekilecek. Sayın Bakanımız bu konuda gerekli olan “teşvik” yasasını 2009’dan önce çıkarmaya çalışacaklarını söylemişti.
Ülkemizin yabancı yapımlarda lokasyon olarak kullanılması çok önemli. Bir ülkenin tanıtımı için internetin kullanılmasının önemi kadar bir filmin çekildiği yer de filmin konusu kadar izleyenleri etkileyecek ve onların merakını uyandıracak etkili bir tanıtım aracıdır. Bu yüzden Türkiye'nin hem interneti etkin kullanması, hem de pek çok Hollywood yapımında mekan ve içerik olarak yer alması gerekiyor. Bunun için de yabancı filmler teşvik edilmeli. Sizin de dediğiniz gibi bir daha Truva filmi gibi büyük bütçeli Hollywood filmlerini kaçırmamamız şart. Yeni Zelanda örneği çok açık bir örnektir: "Yüzüklerin Efendisi" serisi ve peşinden Narnia, King Kong gibi pek çok filmin ardından 10 yıl önce yeri bile bilinmeyen bu ülke şu anda marka değeri açısından dünyanın ilk üçü içerisinde. Türkiye ise ilk 50’de bile değil.
Bu prodüksiyonları ülkemize getirmemiz için diğer ülkelerin yaptığı gibi ülkemizde film çekmek isteyen yapımcılara getirdikleri ve ülkemizde harcadıkları paranın bir kısmını geri "teşvik" olarak vermemiz ve KDV almamamız gerekir. Bu konuda TBMM"de bir yasa tasarısı var. Bir an önce çıkarsa Türkiye için faydalı olur. Çünkü Hollywood'da Ortadoğu ve Irak merakı başladı. Bu da Türk sinema endüstrisi için büyük bir fırsat.

ABD, Avrupa ve Uzak Doğu kendi epik öykülerini milyonlarca dolar harcayarak çekiyorlar. Peki, bize ait destanları, uzak ve yakın tarihimizi beyazperdede görebilmek için daha ne kadar bekleyeceğiz dersiniz?

Bunun en son ve güzel örneklerinden birisi Nicole Kidman ve Hugh Jackman’in oynadığı “Australia” filmi. 160 milyon dolara malolan bu filmin 100 milyonu studiolar tarafından karşılanırken 60 milyonluk kısmı yürürlükteki teşvik yasası sayesinde Avustralya hükümeti tarafından karşılanmış.  
Benzer bir yaklaşımın zaman içerisinde bizde de oluşacağını umuyorum. Türkiye’nin Hollywood’u bir pazarlama aracı olarak kullanmayı öğrenmesi lazım. Üstelik bu karlı bir yatırım. Hem ülkenizi; kültürünüzü tanıtıyorsunuz hem yatırımınızı geri kazanıyorsunuz.
Bizim Türk Film Konseyi’ni kurma sebeplerimizden birisi de bu misyona hizmet etmek ve sinema endüstrisinde Türkiye için lobicilik faaliyetleri oluşturmak.

Türk Film Konseyi’nin geleceğe dair projelerini kısaca anlatır mısınız?

Türk Film Konseyi olarak bu sene içinde çekmeye başlanacak yapımcılığını üstlendiğim biri belgesel diğerleri uzun metraj film olmak üzere 4 projemiz var: Bu projelerden bir tanesi,  Paris I Love You ve New York I Love You filmlerinin devamı niteliğinde olacak. 10 dünya yönetmeni İstanbul'a gelip kendi kısa filmlerini yapacaklar. Kendi Istanbul izlenimlerini bir hikaye ile anlatacaklar. Bu işlerin biraraya gelmesinden bir uzun film oluşacak. Bu yöntem pek çok şehrin kendisini tanıtmak için kullandığı bir format haline dönüştü. Paris, New York, Tokyo’dan sonra şimdi sıra Istanbul’da. Ayrıca Kudüs, Rio ve 2010 Expo fuarının düzenleneceği Shangai da sırada. Bu 10 yönetmenin arasında bir de Türk yönetmen olacak. 2010 İstanbul Film Festivali'nin açılış filmi olmasını hayal ediyoruz.

Film projelerinin yanında sırada Türkiye ve Hollywood film endüstrisini buluşturmaya yönelik "300 Kilit Adam" adında bir başka projemiz var. Los Angeles’ta düzenlenecek bu organizasyon, Amerikan film sektörünün önemli isimlerini bir davette bulusturacak. Türkiye’nin  sinema endüstrisine sundugu kolaylıklar ve lokasyonlar tanıtılacak. Teşvik yasasından bahsedilecek, film yapımcıları Türkiye’ye davet edilecek. 6 gece boyunca 50’şer kişilik gruplar ile yapılacak bu yemekli davet Hollywood’un doğru isimlerine ulaşmamızı sağlayacak. Bu yemeklerde davetlilere Türk sinema endüstrisinin durumu, Türkiye'deki lokasyonlar, çekilmiş ve çekilmekte olan filmler anlatılacak. Davete katılacak yapımcı/studyo yoneticisine içinde 10 Türk filminin DVD'sinin bulunduğu bir hediye seti ve kitaplar verilecek.

Bunun dışında en önemli projelerimizden birisi de www.turkishfilmtalents.com projesi.
Özellikle son yıllarda Ortadoğu konulu filmlere olan ilgi sayesinde pek çok Hollywood yapımcısı yeni yüzler ve yetenekler arıyor. Bu sadece aktör ve aktristler için değil aynı zamanda yazarlar, besteciler, kostüm tasarımcıları, grafikerler gibi pek çok alanda yeteneğin yer aldığı bir havuz olacak. Bu site Hollywood’daki birçok sektör dergisinde de ilan edilerek tanıtılacak.
Diğer projeler ve yapılmış olanlar ile ilgili www.turkfilmkonseyi.com adresini ziyaret edebilirsiniz.